Hazırlayan: Mehmet Tunçkol
BOLU’DA 1964 YILI NİSAN AYI OLAYLARI
*Bolu Öğretmenler Derneği, aylık dergi çıkarmak için çalışmalara başladı. Yeni dergiye şimdiden, yayın hayatında başarılar dileriz.
*Sağlık hizmetlerinin köylere götürülmesi deneme programı için Bolu, pilot bölge olarak seçildi. Bu işin gerçekleşmesi için çaba gösteren Sağlık Bakanımız Kemal Demir’e Bolu adına teşekkür ederiz.
*Polis Teşkilatı’nın 119. Kuruluş yıldönümü Bolu’da yapılan bir törenle kutlandı.
*Bolu Okullar arası Futbol Ligi’nde, Erkek Öğretmen Okulu; Lise ve Erkek Sanat Enstitüsü’nü yenerek şampiyon oldu.
* Doğu Menzil Komutanı General Faruk Güventürk şehrimizi ziyaret etti.
*Bolu Turizm Derneği, Turizm Kolu’nu kurdu ve perdesini Refik Erduran’ın “Ayı Masalı” oyunuyla açmak için çalışmalara başladı. Bu konuyla ilgili röportaj ve haberler gelecek sayımızda geniş olarak verilecektir.
*Bolu Gazeteciler Cemiyeti, 2 Mayıs -1964 Cumartesi gecesi Askeri Gazino’da Basın Balosu düzenlemek için çalışmalara başladı.
FIKRA VE GEÇMİŞTEN HATIRALAR
Muhsin Karamanoğlu
DELİ ARSLAN
Kınık’da dostum varımış
Beni öldürmeye kasdın varımış
Derinden gelen gür bir erkek sesi, hazin hazin bu iki mısraı kendine has bir makamla söyler. Bunu duyanlar sesin sahibini ararlarsa da o görünürlerde yoktur. Çok dikkatli bakıldığı zaman üstü başı lime lime olmuş, elbisesinin sökük ve yırtıklarından yer yer teni görünen çok yakışıklı kumral bıyıklı, uzamış saçları ve sakalı birbirine karışmış olmasına rağmen vakur ve keskin bakışları ile hakikaten kükremiş bir arslanı andıran bir kişinin, ya bir duvara yaslanmış veyahut da bir köşeye çömelmiş olduğunu görürler. Hem türküsünü söyleyen, hem de içini çeke çeke ağlayan, yanaklarına iri iri gözyaşları dökülen bu bahtsız kişi evlenmemiş, nesli kesilmiş ve Bolu’nun unutulmuşları arasına katılan zavallı Arslan’dan başkası değildir.
Onu ilk defa Karaçayır Camii’nin önünden çarşıya giden yol üzerinde görmüş, hal ve tavrı, beş on adımda bir secdeye kapanması, kalkıp yine yürümesine devamı, bazen de secdeden kalktıktan sonra acele işi varmış gibi beş on adım koşması, içime bir korku düşürmüştü.
O tarihlerde Bolu tenha bir memleketti. Sokaklarda bir av çifte tüfeği atılsa ağzından çıkan saçmalar bir canlıya değmezdi. Etrafıma bakındım, kimseleri göremedim. Sokağın sessizliği beni daha çok korkuttu. Aklıma yolu değiştirmek geldi. Onu da yapamadım, çünkü dönecek bir sokak da yoktu. Mecburi ilerledim. Gördüm ki bu gelen adamın benim varlığımdan haberi bile yok. O kendi hayatını yaşıyor. Bana bir zararı dokunmayacağı kanısı geldi, korkum geçti. Onu sallanarak yürümesini, kıllı göğsü ve geniş omuzları üzerinde merd bir insan olduğu hissini veren yüzünü bir zaman seyre daldım, yanımdan geçenlerden kim olduğunu sordum,”Deli Arslan” dediler. Sonraları onu sık sık görmeye başladım.
Gazi Paşa İlkokulu, evvelce Darülhilâfetül Âliyye Medresesi idi. Arslan da bu binaya bitişik Bayram Hoca Medresesi’nin alt katındaki odalardan birinde yatar kalkardı. Buna yatmak denilmez, çünkü gece sabahlara, gündüz akşamlara kadar okulun bahçesinde daima dolaşır ve secdelerine devam ederdi. Bahçe kapısını açık bulunca, gözcü ve bakıcısı; okulun hademesi Arnavut Halim Ağa’nın(1) bakmadığı bir anda usulca ve sessizce kaçtığı ve Hocabey Sokağı’nda koşarak uzaklaştığı görülürdü.
Ders aralarında bahçeye koşar, Arslan’ın etrafını çevirir, onun için getirdiğimiz büyük bir dilim ve ekmeğinin (2) kocaman lokmalarını iştiha ile yemesini zevkle seyreder, elindeki dilimin biri bitmeden ikincisi ve üçüncüsünü yetiştirirdik. Arslan, doyduğunu ve ne kadar yediğini bilmez, verilenleri yemeğe çalışırdı. Biz bununla da yetinmez, okulun bahçesinde 10 metre derinliğinde düzgün taşlarla örülmüş ve terk edilmiş bir kuyu vardı. Üç beşimiz bir araya gelir, zorlukla kuyunun kapağını açar, bir dilim ekmek atardık. Bunu gören Arslan, büyük bir maharetle kuyuya iner, suda ıslanmış ekmeği bir hamlede yer, yukarı çıkar. O kapağın hizasına gelir gelmez biz ikinci bir dilim daha atar, bu suretle Arslan’ın taşlara tutuna tutuna inip çıkmasını seyrederdik. Bizim kuyunun başında toplandığımızı gören öğretmenler, pencereyi açıp seslenirler, biz de birer tarafa kaçar saklanırdık. Hademeler gelip kuyuyu kapatırlar, Arslan da bizim elimizden kurtulurdu.
Arslan’ın çok güzel bir yazısı vardı. İnci gibi derler ya, onun gibi. Harfleri çok güzel satırlara dizer. Bir alışkanlık olacak, yazdığı yazıyı gözden geçirir, beğenmezse parmağını ıslatır, siler tekrar yazardı.
Arabî ve Farsça’nın yanında birazcık Fransızca da bilirdi.(3)Fransızca yazdığında küçük ve büyük harflerin kullanılmasına dikkat ederdi.
Arslan’ı bir duvar kenarında yakalar, eline kalemi verir, yazı yazması için zorlardık. O çok güzel yazısı ile:
Bunu yazdım yaz idi
kalemciğim saz idi
Kınıklı’nın yaptıkları
hepten bana naz idi
Diye yazar altına da (Bolu’nun Çukur Mahallesi’nden Ahmet Zihni Efendi Mahdumu Arslan bendeleri) ni yazar ve imza ederdi. Biz daha bir şeyler yazmasını isteyince, yazmaz, bir daha ısrar edince “Duvarlar Divanelerin defteri” yazar ve gitmeye hazırlanır, biz tekrar yazması için ısrara başlarız elimizden kurtulamayacağını anlayınca;
Ak duvara yazı yazdım işte
oldu kapkara
size uydum bunu yazdım
oldum aleme maskara
Yazar, bundan sonra ne kadar ısrar edilse bir harf bile yazmazdı. Etrafını çeviren bizlere sert sert bakarken, bana artık dokunmayın der gibi bir hali olurdu. Biz de korkar yakasını bırakırdık. Çıplak ayakları ile sessizce ayrılır giderdi.
Arslan çok sakin bir insandı. İnsan ve hayvanlara karşı daima saygılı ve zararsızdı. Büyüklerin fena muamelelerine, çocukların kızdırmak için takılmalarına karşılık vermez, melûl melûl bakar ve sessizce uzaklaşırdı.
Yiyecek verilirse alırdı, aç olduğu zaman gideceği kapıları bilirdi, para ve başka bir şey almazdı.
Üstüne giydirilen çamaşır ve elbiseleri kaşla göz arasında senelerce giyilmiş, eskimiş, parça parça olmuş bir hale koyardı.
Arslan, Çukur Mahalle’den Çulha Oğulları’ndan Ahmet zihni Efendi’nin oğludur. Dedesi, Çulha Oğlu Hacı Durmuş Efendi’dir. İyi bir aile terbiyesi almış, iyi eğitim görmüş olduğundan deli halinde bile hiç saldırısı ve azgınlığı görülmemiştir.
Çukur Mahalle’nin bu iyi delikanlısına Baba ve Annesinden epeyce miras da kalmıştı. Kendisini seven hısım akraba ve komşuları, evlendirmek için teşebbüse geçmişler. Ilıca Kınık Köyü’nden münasip bir kız bulmuşlar, o da köyünün en güzel kızıymış. Nişandan sonra güzel bir düğün yapmışlar, Perşembe günü gelin alayı, köyden gelini getirmiş, akşam üzeri koltuk yapılmış, Arslan da arkadaşları ile “Güvey Ilıcası” na gitmiş. Yatsı namazından evvel gelmişler. Yatsı namazından çıkılınca da büyük bir alayla güveyi eve getirerek bırakmışlar, geline takacağı yüz görümlüğü mücevher ve altınları almak için odasına giren Arslan, dolabı kırılmış ve içini boş görünce bir şok geçirmiş; ”Geline ben ne takacağım ?” diye dövünmeye başlamış ve aklını yitirmiş. O zaman üstünü başını yırtan Arslan, o günden sonra bir daha temiz ve yeni bir elbise giymemiş.
Arslan, fırsat buldukça Büyük Ilıca’ya (Kaplıca) gider, büyük havuzda dalıp çıkar, yıkanır, oradan koşar adımla Kınık Köyü’ne giderek nikâhlı ayrıldığı, murada eremediği sevgilisinin evinin etrafında dolaşır, iki mısradan ibaret türküsünü söyler ve boynu bükük, acısı yüzünden okunarak, koşa koşa Hamzalar Bahçesi’nden Erenler’e ve şoseyi takiben Medrese’ye gelirdi.
Kardeşim ve çocukluk arkadaşım rahmetli Naci Paksoy (4) ile bir Perşembe günü Büyük Kaplıca’ya gitmiştik. Ilıca’nın kapısından girince, Arslan’ı Büyük Havuz’a dalıp dalıp yıkanırken bulduk. Bir zaman bekledikten sonra çıkmaya niyeti olmadığını anlayınca, vücudundan umulmayacak kadar çevik ve hareketli, aynı zamanda cesaretli olan Naci, havuza atlayarak Arslan’ın yanına gitti ve arkasına vurarak çıkarmak istedi. Arslan’ın bu kadar haşin baktığını hiç görmemiştik. Naci, hemen yanıma geldi ve biraz sonra Arslan, bir iki defa daldı, havuzdan çıktı, Ilıca kapısından çıkarken de bize dönüp, işte istediğinizi yaptım der gibi baktı.
Akşamına Arslan’ın gönlünü almak için yemek götürdük, fakat onu bulamadık. Birkaç gün aramamıza rağmen Arslan görünürlerde yoktu. Onu bulduğumuzda çok bitkindi, götürdüğümüz yemeği bile eski iştahı ile yemedi. Birkaç gün sonra zavallı Arslan’ın öldüğü haberini aldık.1338 yılının Mart ayında, bu fani dünyaya gözlerini kapadı. Bu bahtsız kişi de Bolu’nun unutulanları arasına karıştı. Taksiratı varsa bağışlanmasını, rahmetine erişmesini ulu Tanrı’dan niyaz ederim.
(1) Halim Ağa,Arnavut’du.Rahmetli Hüseyin Kıraç’ın akrabası idi.Çok iyi bir insandı,uzun zaman okulun hademeliğini yaptı.Çok takılırdık,en fazla kızdığı zaman;”Abe çücüğüm!” derdi.Evlenmedi,bekar öldü.Allah rahmet etsin.
(2) Bolu’da her evde bir fırın vardı, memurlar bile ekmeğini evde yapardı. Bereketli, gıdası kuvvetli ve doyurucu idi. Şimdi de evde yapanlar vardır. Çarşı fırınında yapılan ekmeğe, köylüler pazar ekmeği derler, pazara gelenler köyüne dönerken ekmek almayı ihmal etmez, evde çerez yerine yerlerdi.
(3) Arslan ile yaşıt olan Deli Kadir de Fransızca bildiğine göre, o tarihlerde Bolu’da iyi bir Fransızca öğretmeni bulunduğunu ve garp kültürüne önem verildiğini anlatmakta.
(4) Naci Paksoy: Bebek yaşımızdan onunla beraber büyüdük,beraber güldük,beraber ağladık.Delikanlı çağımıza beraber girdik.O, fikir ve zeka yönünden benden çok üstündü.İleri görüşlü,çok merhametli o nispette de eli açıktı.Çok iyi ata binerdi.Gözü pek ve cesurdu.Çocukluk hatıralarımın hepsinde vardır.Amansız bir hastalık onu bizden ebediyen ayırdı.Ölümünden sonra,kayın biraderim oldu.Kısmet olursa onunla olan hatıralarımı da yazacağım.Tanrının rahmeti onun üzerine olsun.Amin!..
(Çele Dergisi. Ağustos 1967.Sh:13,14.Muhsin Karamanoğlu)