HAS Parti Kurucu İl Başkanı Abdullah Uzun, ülkemizde uzun süredir tartışılan türban sorunu ile Kürt sorununun çözümü için parti olarak nasıl bir yol haritası belirleyeceklerini anlattı. Uzun, Kürt sorununun çözümünde devletin yanlış politikalar izlediğini belirterek sorunun çözümü için önce devletin vatandaştan özür dilemesi gerektiğini söyledi.
HAS Parti siyaset arenasına belli bir iddiayı taşıyarak yola çıktı. Ülkenin neredeyse siyasi partiler çöplüğüne döndüğü bir dönemde HAS Parti'nin nasıl bir siyasi yöntem izleyeceği, partinin genel politikalarının nasıl oluşacağı ve seçmenin partiye olan ilgisinin hangi oranda gerçekleşeceği merak ediliyor. HAS Parti Kurucu İl Başkanı Abdullah Uzun'la ülkenin en kritik iki sorununu masaya yatırdık. Uzun Kürt sorunu ile türban sorununun çözümünde parti olarak nasıl bir yöntem izleyeceklerini anlattı.
Türkiye'de uzun yıllardır süregelen sorunlar var ve bu sorunlar şuan tartışılmaya devam ediyor. Bu sorunların en başında gelenlerden biri Kürt sorunu. HAS Parti Kürt sorununa nasıl bakacak?
Numan Bey Saadet Partisi Genel Başkanı olduğu dönemde Kürt sorunun çözümüyle ilgili bir kitapçık yayınladı. Bu gün partimiz değişti ama bu konudaki fikrimiz değişmedi.
Başkanımız bu konuda Kürt sorununun sadece askeri önlemlerle çözülecek bir sorun olmadığını söyledi. Bu sorunun kültürel ayağı var, ekonomik ayağı var, sosyolojik ayağı var ve askeri ayağı var. Bunların hepsini bir paket olarak ele almak gerekiyor. En başta Kürt sorununda yapılması gereken adımın şu olduğunu söyledi Genel Başkanımız bende o düşünceye katılıyorum. Önce Devlet Yetmiş Beş Milyonun önünde özür dileyecek. Diyecek ki son otuz yıldır biz kendi metotlarımızla terörle ilgili bir mücadele verdik ama mücadelede polisinden askerinden Kürt vatandaşlarından şu kadar insan öldü şehit oldu. Biz tamamından ailelerinden özür diliyoruz. Gelin bu sorunu hep beraber çözelim bu memleket bizim. Terörle PKK ile Kürt vatandaşlarını ayırarak bir çözüm aranmalı. Kişi 'Ben Kürdüm' dediğinde potansiyel PKK'lı olarak görülmeyecek şekilde bu söylediğim çalışmaların yapılması gerekiyor. Hazırladığımız kitapçıkta yaşanan sorunun çözümünü 'Gönüllü Birliktelik' projesiyle çözebileceğimizi söyledik.
Aslında terör sorunun temeli ekonomik temellere dayanıyor. BDP'nin bölgede söz hakkına sahip olması etnik ayrımlardan öte bu güne kadar sizi bu devlet sömürdü siz artık sizden olanlara oy verin şeklinde yürüttükleri siyasi propaganda. Bu söylem halkın üzerinde etkili olmuş ki bu gün BDP bölgede neredeyse tek söz sahibi siyasi parti olarak duruyor. Siz bu tabloyu göz önünde bulundurduğunuzda bu söylemin karşısında nasıl bir politika geliştireceksiniz?
Teşvik meselesi bu ülkede sürekli konuşulmuştur. IMF'nin Derviş Fısher yöntemiyle Türkiye'de ekonomik kalkınma olmaz. Bu ekonomik modelle AK Parti'nin CHP'den MHP'den bir farkı yok ekonomik model açısından. Derviş Fısher Modeli Kemal Derviş tarafından getirilmiştir bu ülkeye. Bu durumu kendileri söylediler Derviş Fısher modeliyle bir kalkınma olmaz. Temelde bu yanlış. IMF'in Dünya Bankası'nın bize biçtiği elbisenin içine giremeyiz. Biz kendi elbisemizi kendi mozaiğimizle kendi kaynaklarımızla dikmeliyiz. Şunu açıklıkla söylüyorum. Doğunun batıdan, batının doğudan kalkınmışlık olarak bir farkının olması başta devletin sonrada iktidarların suçudur.
Devlet coğrafi yapıdan dolayı, dilinden dolayı kendi sınırları içinde yaşayan halkına milletine çifte standart uygulayamaz. Teşvik programları geçmişten beri hep siyasi olmuştur.
Bir milletvekili örneğin daha önceden bu durum Düzce'de yaşandı. Meşhur boksör milletvekili vardı Düzce'nin o masaya yumruğunu vurduğu zaman o dönemde teşvik ildeyse ilçeye gidiyordu. Bir bakıyorsunuz devlet yarımları ortaya gitmiş. Peki, nenden bu teşvikler hakça olmadı? İşte bizim 'Fark var' diye işaret ettiğimiz durumda bu konunun üzerineydi. Onun milletvekilinin güçlü olması diğerinin boksör olması Bolu milletvekillerinin pasif olması merkezi hükümetin kaynaklarını hakça dağıtımını neden engellesin. Üç milletvekilimizin bir sürü konuda kabahati var. Bir çok konuda başarılılar bir çok konuda da başarısızlar. Özellikle teşvik konusunda çok eleştirdik milletvekillerimizi. Birde şu söylendi. Üç tane milletvekilimiz uyuyor mu? Depremde de yine aynı şeyi yaşadık. Kalkınmada öncelikli iller arasına alınmadık. Teşvik paketinde aynı durumu yaşadık. Üç milletvekilimiz çalışmadı sessiz kaldı diye eleştirdik. Bende şunu sormak istiyorum? Biz hakkımız olan payı almak için boksör, güreşçi ağzı iyi laf yapan her akşam bakanlarla masada oturup konuşan milletvekili mi bulmak zorundayız? Hakkımızı almak için sıradan sokakta ki yurttaşımızı meclise göndersek bu hakkımızı alamaz mıyız. Ya da oradaki merkezi yapı bizimiz talebimizi göz önünde bulundurarak hakkımızı vermez mi? Bu hakkın dağıtımı neye göre oluyor? Milletvekillerinin yırtıcılığına göre mi oluyor? Tek başına iktidar kendi milletvekili ama etrafımız teşvikten faydalanmış bir faydalanamamışız. Gerekçe ne? Üç milletvekilimiz başarısız. Hayır ben böyle bir gerekçeyi kabul etmiyorum.
Gerekçe sistemin yanlışlığıdır. Hakça paylaşımı ortaya koyacak bir siyasi yapılanma olmadığı için, seçim kanunun olmadığı için, doğru düzgün bir Anayasa olmadığı için sistemde bir sıkıntı oluyor. Anayasa siyasi partiler seçim kanunu meclis iç tüzüğünün hepsinde değişiklik yapılmalıdır. Bütün bu düzenlemelerde temel vurgu kula kulluğu gören sistemdir. Asklında bu düzeni içinde gizli bir sosyalist yapı var. Tepedekiler hepsi mutluluk içinde refah içinde tutuyorsunuz. Aşağıdakilerin canı çıksa bile yukarıdakilerin istikbali, parası, makamı tehlikeye girmesin diye kendi altındakilerin ezilmesine ses çıkartmıyor. Teşvikle ilgili doğuda yapılacak olan çözüm hakça bir bölüşüm. Batı ne ise doğuda öyle olmak zorundadır. Ama şunu da söylemek istiyorum. Ben Bolu'da elektrik parası ödüyorsam doğudaki vatandaşta elektrik parasını ödemek zorundadır. Ben vergi veriyorsam çalışıp doğudaki esnafta aynı şekilde vergi ödemek zorundadır. Onun bana karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Ben bu devlette yaşıyorum. Devlette bana karşı hakkaniyetli davranacak. Bana da yatırım yapacak sana da yapacak. Ben devlete karşı görevimi yerine getireceğim sende getireceksin. Bende elektrik paramı su paramı telefon paramı ödeyeceğim sende ödeyeceksin.
Türban sorunu kısmi olarak çözülmüş gibi görünüyor. Gerçi süreç şuan hala tartışılıyor ama sizin türban sorununun çözümüne ilişkin önerileriniz ne olacak? AK Parti'nin bu konuda yaptığı girişimleri doğru buluyor musunuz?
Türban sorunu Türkiye'de maalesef birilerinin iktidar olmak için kullandığı karşı tarafında iktidar olmak için karşıdan kullandığı bir simge haline geldi. Burada kadınların öğrencilerin söylediği ben bunu bir hak olarak kullanıyorum bu hakkı bana ne beşeri kanunlar vermiştir ne de partiler vermiştir. İnancım gereği Allah'ın ban doğuştan verdiği bir haktır. Ama bir kısım siyasiler ben sorunu çözeceğim diyerek vatandaşlarımızdan oy istedi bir kısımda aman bunlar okullara girmesin aman kamusal alana girmesin aman memur olmasınlar diye kendi tayfasından oy istedi. İki tarafta türbanı kullandı. Birileri iktidara gelmek için birileri de iktidardan düşürmek için. Bu durumu iki tarafta kullandı.
Ben bu durumu tamamen Allah'ın vermiş olduğu hak olarak görüyorum. İsteyen başını örter istemeyen örtmez. Türbanıyla okula giden kızımızın durumu ne bizim üniversitelerimizin eğitim kalitesini yükseltir ne de alçaltır. Avrupa'da bazı otellere çekmecelere seccade koyuyorlar İncil koyuyorlar o ülkenin diline göre Kuran-ı Kerim meali koyuyorlar. Otel sahibinin bu hizmeti veriyor olmasının kriteri müşterim benim otelime gelsin konaklasın ücretini ödesin ve gitsin. Hangi dine inanıyorsa ne yapıyorsa beni ilgilendirmez diyor. İşte devlet vatandaşını kategorize edemez. Devlet hakemdir. Sosyal devlet dediğimiz olgu bu durumdur. Ben Allah'a inanıyorum inancım gereği başımı örtmek istiyorum ört kardeşim. Ben ineğe tapıyorum inancım gereği Hindistan'dakiler gibi giyinmek istiyorum Giyin kardeşim ama ne zaman bu inancını şiddet ve ırkçılıkla bir başkasına dayatma noktasına girersen o zaman devlet hakem sıfatıyla bu olaya müdahale eder. Bir üniversitede her türlü inandığı düşünceyi bir başkasının yaşamına müdahale etmeden kişiler yaşamak istiyorsa bu duruma ne rektör ne başbakan ne asker ne Amerika ne Avrupa bu duruma karışamaz. Artık 2010 yılındayız Padişahım çok yaşa devri bitmiştir. Postal sesi dinleme devride bitmiştir. Krallık dönemi yoktur artık Türkiye'de. Yani insanların bir siyasi partiye oy verme gerekçesi başörtüsü sorununu çözsün mü çözmesin mi olmayacak artık. İnsanların siyasi partilere oy verme gerekçesi bu parti benim refah ve hürriyeti sağlayacak mı sağlamayacak mı olacak.
Röportajımız devam edecek…